İstanbul

Ana Sayfa

Sitemize hoşgeldiniz.İstanbulu bu sitede tanıyacağız.






Üsküdar

ÇAĞLARIN İÇİNDEN GELECEK ZAMANLARA 
Her şehrin tarihi o şehrin sakinlerinin de tarihidir. Yüzyıllar boyu bağrında nice sakinlerine kucak açan Üsküdar, İstanbul'un fethinden neredeyse bir buçuk asır yıl evvel Türk egemenliğine girmiş ve daha o çağlardan itibaren "kutlu bir diyar" olma yolunda hızla ilerlemiştir. Tarihi yarımadanın karşısında, alabildiğine geniş bir İstanbul peyzajına açılan müstesna konumuyla Üsküdar, Asya topraklarının başladığı bir köprü başıdır. Antik çağlardan beri doğal dokusunun güzelliği sayesinde Ön Asya-Avrupa arası ulaşım kolaylığı sağlayan Boğaziçi'nin açılım noktasında bulunan Üsküdar, her zaman bir cazibe merkezi olmuştur. Bu özel durum; Üsküdar'ın sık aralıklarla istilâlara, farklı egemenlikler altında kalmasına yol açmıştır. Üsküdar isminin nereden geldiği konusunda değişik kaynaklarda farklı görüşler olsa da erken dönem eserlerde geçen Khrisopolis ve Skutarium kelimelerinin "altın şehir" ve "kalkan şehir" anlamlarını vermesi; ayrıca dünya haritacılığının ilk dönem örneklerinde de Latince "scutari" kelimesinin kullanılmış bulunması Üsküdar ismini çağların içinden bugünlere getirir. Şehrin ismi İngilizce'ye Latince'den aynen geçmiştir. Adı da tarihi kadar kadîm olan Üsküdar, gelecek zamanlara doğru yürüyüşünü aynı eskimezlik içinde sürdürüyor.
 
TARİHİN SAKLI HAZİNESİ
Üsküdar'ın tarihine yakından baktığımızda M.Ö. 1000 yıllara uzanan bir tarihçe buluruz. Erken dönem Üsküdar'ın oluşumu bölgede Fenikelilerin, biri Kalhedon ( Kadıköy ), diğeri Moda Burnu'nda olmak üzere iki liman kenti kurmaları ile başlar. O çağlarda Fenikeliler, şimdiki Salacak Sahili?ne doğru uzanan sığlık kısma büyük taşlar doldurarak bir mendirek oluştururlar ve ticaret iskeleleri ile tersanelerini Salacak çevresinde kurarlar. Yaklaşık 300 yıl sonra ise, Akalar?ın yönetimi altına giren Üsküdar'da, Anadolu?dan geçici olarak gelenlerin kalıcı iskânı yavaş yavaş kendini göstermeye başlar. Pers egemenliğinden, Atinalılar hakimiyetine, Büyük İskender'in eline geçmesinden, Roma egemenliğine, antik çağlar Üsküdar'ının tarihi adeta saklı bir hazinenin her dönemde tekrar tekrar keşfedilmesinin tarihidir. Bu keşiflerin en uzunu 458 sene ile Roma egemenliğinde geçen devredir.
 
tren.jpeg

M.S. 395'te Roma İmparatorluğu ikiye bölünür. Artık Üsküdar'da, Doğu Roma İmparatorluğu yani Bizans dönemi başlamıştır. Bu dönemde Üsküdar, önemli bir ticaret ve konaklama merkezi haline gelmiştir. Ancak bu durum Üsküdar'ın cazibesini daha da arttırmıştır. Bunun sonucu Bizans'a paralel olarak değişik tarihlerde İranlıların ve Arapların İstanbul'a dönük fetih çabalarında uğrak yeri hep Üsküdar olmuştur. 609'da İran, 710'da Araplar, 782'de Abbasi Halifesi Harun Reşid, 1102'de Haçlılar, 1147'de Fransa Kralı VII. Louis ile Alman İmparatoru Konrad, 1203'de gene Haçlılar İstanbul kapılarına dayandıklarında daima Üsküdar'dan geçmişlerdir. XI. yüzyıl Haçlı seferleri dönemi Üsküdar'ın en müthiş yağma ve talana uğradığı dönemdir. II. Haçlı Seferi'nde şimdiki Haydarpaşa - İbrahimağa - Ayrılık Çeşmesi arasındaki bölgede Fransa Kralı Louis ile Alman İmparatoru Konrad'ın Komuta ettiği Haçlı ordularına karargâh vazifesi gören Üsküdar, IV. Haçlı Seferi'nde Bizans İmparatoru?nun şimdiki Harem'de bulunan yazlık sarayının yağma ve talana uğramasına sahne olmuştur. Üsküdar'da, Haçlı seferleri sonucu yaşanan Latin egemenliği 1204'den 1261'e kadar 57 sene devam etmiştir. Adı efsanelerle anıla gelen Seyyid Battal Gazi'nin İstanbul'u Fetih amacıyla, Üsküdar civarında yedi sene İslâm orduları için öncü ve muhafız kaldığı menakıbnâmelerde geçmektedir. Üsküdar'da kalıcı Türk izlerinin görülmesi 1071 Malazgirt Zaferi'nden sonraya tekabül eder. İznik?in fethinin ardından yaklaşık 1078'de Üsküdar'da erken dönem Türk yerleşmeleri başlamıştır. Ancak bu tarihlerdeki iskânlar tamamen sivil ve münferit yapıdadır. Osmanlı döneminde Orhan Gazi zamanında Kocaeli Yarımadası, Büyük ve Küçük Çamlıca'dan Doğancılar'a kadar uzanan bölge, Osmanlı Türkleri'nin egemenliği altına yaklaşık 1348'de girmiş ve daha sonra Yıldırım Bayezid, Güzelcehisar'ı (Anadoluhisarı) yaptırınca, Osmanlı padişahlarının Rumeli'ye geçişlerinde Üsküdar - Güzelcehisar istikametini kullanmaları, askerî güvenlik ve ulaşım kolaylığı da sağladığından adeta bir gelenek haline gelmiştir.
 
carsi.jpeg

29 Mayıs 1453'te İstanbul'un fethedilmesinden sonra Üsküdar hızla gelişme göstermiştir. Üsküdar daha önce küçük bir Anadolu kasabası görünümünde iken İstanbul'un fethinden sonra bir şehir dokusunu oluşturacak ilk nüveler kendini belli etmeye başlamıştır. Fatih devrinde, Üsküdar adeta yeniden kurulmuştur. Salacak'ta kendi adıyla anılan bir mescid yaptırmış ve Üsküdar'ın Osmanlı klasik şehir dokusuna uyan ilk mahallesi ortaya çıkmıştır. Fatih, Anadolu'dan göçe tâbi kıldığı Türklerin bir kısmını buralara yerleştirmiş, şimdiki İskele Meydanı'na da bir bedesten yaptırarak ticaretin hızlı bir biçimde gelişmesini sağlamıştır. Üsküdar'ı bir gelin gibi süsleyen, bu beldeyi her türlü yağma ve talandan koruyan, Türkmen mahalleleri ile şenlendiren Büyük Fatih'in 3 Mayıs 1481'de Gebze civarındaki Sultan Çayırı'nda vefatı Üsküdar tarihinde önemli bir olaydır. Üsküdar, Fatih'in cenazesinin İstanbul'a geçişine ev sahipliği görevini derin bir üzüntü ve adeta kurucusuna yaraşır bir gayret ile yerine getirmiştir. 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Üsküdar'ı 91 cami ve mescit, 51 tekke, 12 hamam, 11 kervansaray, 2 imaret, 7 medrese, 260 çeşme, 5 büyük iskele, 2 darüşşifa, 2 menzilhane, tabhane, sıbyan mektepleri, kütüphaneler, darülhadis, sebiller ve posta teşkilatı ile bir çok padişah, sultan, paşa ve devlet adamlarının sarayları, yalı ve köşkleri ile süslenmiştir. Bu hızlı gelişme Üsküdar'ın bir şehir dokusuna bürünmesinin Osmanlı ile başladığını ispatlamaktadır.
 
mihri.jpeg
Üsküdar'ın her dönemde ayrıcalıklı bir konumda bulunması sosyal hayatta da kendini göstermiş, şehrin Müslüman sakinleri Üsküdar'ı bir Kâbe toprağı saymışlar, Museviler tarafından da Kuzguncuk bölgesi Kudüs toprağı diye sıfatlandırılmıştır. Şehrin, Kâbe toprağı sayılmasının sonucu hac yolculuğunun ilk durağı her dönemde Üsküdar olmuştur. Adına Sürre Alayları denen ihtişamlı törenler, her hac döneminde tekrarlanarak bir gelenek halini almıştır. Üsküdar, sosyal tarihimizde kimi ilklerin de şehridir. İlk posta yolunun Üsküdar'dan Kartal'a kadar uzanan bir güzergâhta II. Mahmud döneminde açılması ve bu açılışa bizzat II. Mahmud'un katılması, İstanbul deniz ulaşımında ilk araba vapurunun yine Üsküdar'da hizmete girmesi, bilim tarihimizde farklı bir yeri bulunan Üsküdar Matbaası'nın III. Selim zamanında Selimiye Mahallesi'nde faaliyet göstermesi, Türk resminin başlangıç noktasını Üsküdar yapacak kadar önem taşıyan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nin kuruluşunun, dönemin Üsküdar mutasarrıfının onayı ile Üsküdar'da gerçekleşmesi, hemen ilk elde sayılabilecek hususlardır.

M.Ö. 1000'lerden beri bilinen ve oturulan, Bizans'tan kalan yegâne eser Kız Kulesi ile farklılaşan, Osmanlı devrinde bir oya gibi itinayla işlenen ve güzelleşen, denize açılan ve hiçbirinin, diğerinin görme hakkını engellemediği yalıları, cumbalı güzelim ahşap evlerin süslediği sokaklarıyla, korularıyla, köşkleriyle, çarşıları ve hamamlarıyla, camileriyle, kiliseleri ve sinagoguyla Üsküdar, adı kendisine en çok yakışan altın şehirdir.Yukarıda gördüğünüz giriş resmi Üsküdar'dan bir karedir.

 






İlçemizin Tarihi

İLÇEMİZİN TARİHİ

Bağcılar, Osmanlı döneminde Rum ahalinin yaşadığı Mahmutbey Nahiyesi´nin köylerinden biriydi.

Mahmutbey Nahiyesi 1950´li yıllarda içinde jandarma karakolu, sağlık merkezi, eczanesi, postahanesi, elektrik birliği,sineması, misafirhanesi, köy muhtarlığı ve okul müdürlüğü lojmanı bulunan bir köy konağına sahipti. 1990´lı yıllara gelindiğinde hiç bir alt yapısı olmayan, çamur içinde yüzen sokakları ve caddeleriyle büyük bir köy hüviyetine bürünmüştü.

Bağcılar, 1992 yılına kadar Bakırköy Belediyesi´ne bağlı bir yerleşim birimi iken Kirazlı, Güneşli ve Mahmutbey semtlerinin birleştirilmesi sonucu 3806 sayılı yasa ile müstakil belediye ve ilçe haline getirilmiştir.

TARİHİ ESERLER

Tarihi eser açısından çok zayıf bir yerdir. İlçemizde buna rağmen küçük de olsa belirli tarihi kalıntılara rastlamak mümkündür.

Kaşıkçı Çeşmesi : Bugünkü Beltaş Kumaş Fabrikası´nın altında kalan bu çeşme, konaklama hanı, hamam ve su sarnıcı ile küçük bir külliye gibi idi. Avrupa´dan gelen tüccarlar ve gezginler burada konaklar ve bu konaklama esnasında İstanbul Şehremini´nden, şehre giriş izni alırlardı.

Çifte Gelinler Çeşmesi : Tarihi ipek yolu güzergâhında Mimar Sinan modeli kesme taştan yapılmış olan bu çeşmede birbirlerine ters istikamette hayvanların ve insanların ayrı ayrı su içebileceği bölümler bulunmaktaydı. Ayrıca bu çeşmenin yanında yolcuların cuma ve bayram namazı kılması için bir minber de bulunmaktaydı. Bu çeşmeden bugün herhangi bir kalıntı mevcut değildir. Ayrıca Mahmutbey Mahallemizde Osmanlı Dönemi´nden kalma Acı Çeşme, Burmalı Çeşme, Hüseyin Ağa Çeşmesi ve Demirli Çeşmeleri hala hizmete devam etmektedir.

Tavukçu Köprüsü : Bugünkü Tavukçu deresi üzerinde bulunan ve kesme taştan yapılmış kemerli bir köprü idi.

Su Kemerleri : Askeri saha içinde kalan 2 adet su kemeri halen mevcuttur.

Tarihi İpek Yolu : Tamamen düz kesme taşların yan yana dizilmesi ile asırlarca hizmet veren bu yolun taşları sökülerek köyün cami ve okul duvarında kullanılmıştır.

Su Yolları : Halkalı Suları adı altında İstanbul´a su taşıyan 17 su yolundan bir tanesi de Bağcılar´dan gitmekte olup Hekimoğlu Ali Paşa Vakıf Suları adı altında bilinmektedir.


Avcılar 

 

Osmanlı Devleti'nin 1453 yılında İstanbul'u alması ile şehirde önemli gelişmeler oldu. Fatih Sultan Mehmet İstanbul ve çevresindeki Rum Ahalisi’ne zulüm ve baskı yapmayarak, onlarla uyum içerisinde birlikte yaşamayı düşünerek, onların haklarını koruyan yasalar çıkardı. Ayrıca savaş esnasında zarar gören yerleri tez elden imar edilme emri verdi. Gofla Deresi’nin ağzındaki bu küçük balıkçı köyü savaştan zarar görmese bile Ayazma'sının düzeltilmesi için para harcandığı belirtilmiş.

Küçükçekmece'ye bağlanan yolun devamlı kullanılan bir yol olması nedeniyle yol düzenlemesi yapılmıştır. Çünkü ordular için en geçerli yolun yarım burga mağaralarının arka tarafı olduğu bilinir, nedeni buralarda köprüler bulunmasıdır.

Osmanlılar’ın Bizans’ı yenmesiyle İstanbul'un çevresine Türkler yerleşmeye başladılar.
Türkler Büyük ve Küçükçekmece’ye yerleşirken Gofla Deresi’nin ağzına yerleşmek istemiyorlardı. Çünkü Türkler’in eskiden beri geçim kaynakları, tarım ve hayvancılığa dayanmaktaydı. Bu sebepten dolayı da deniz kenarında bulunan ve balıkçılıkla geçinen bu köyde oturmak istemediler.

Sarayın ve çevresinin yiyecek ve giyecek ihtiyacı çoğunlukla dışarıdan karşılanmaktaydı. Özellikle son yıllarda gemilerle getirilen mallar Küçükçekmece ve Gofla Deresi’ne boşaltılıyordu. Rumlar’ın balıkçı köyünde, getirilen mallar için bir depoları vardı. Ambarın bekçiliğini de askeri küçük bir birlik yapmaktaydı. Bu balıkçı köyü halkı, Yunan Krallığı'nın kurulmasıyla pek ilgilenmemişler, hatta 1877-1878 yıllarındaki Türk-Rum savaşında herhangi bir taraflı tutum içerisine girmemişlerdi.

1890 yıllarında Rum köprüsünün üst kısımlarını Mısırlı kaval Ali'nin mülk edindiğini görüyoruz. Bu şahıs buraya Aminagos (Amindos) adını vermiştir. Ancak burası fazla gelişmeden olduğu gibi kalmıştır. Bu çiftliğin ortasından geçen küçük bir yol gittikçe genişlemiş ve Küçükçekmece köprüsüne bağlanmıştır. Genişleyen bu yolun önemi gittikçe artmış ve Avrupa'ya bağlanan bir yola dönüşmüştür.

1924 yılında burada yaşayan Rum köylüler mübadele kapsamında yer değişikliğine tabi tutulmuştur. Rumlardan boşalan yerlere askeri ambarların yerleştirilmesi nedeniyle bu meskûn yere Ambarlı denilmiştir.

Cumhuriyet’in ilanından önce ilk yerleşim yerlerinden olan Ambarlı, 60 hanelik küçük bir Rum Köyü’dür. Balıkçılık ve meyhanecilik ile geçimlerini sağlayan Rumlar, İstanbul’dan gelen müşterilerine Laterna çalarak eğlendirirdi.

Cumhuriyet’in ilanından sonraki devirde; Lozan Antlaşması’na göre, Batı Trakya'daki Türkler ile İstanbul'da ki Rumlar dışında kalan azınlıklar, karşılıklı olarak yer değiştirildi.

Yunanistan'dan bir milyonu aşkın Müslüman, Türkiye'ye göç ederken, Türkiye'den de bir buçuk milyonu aşkın Rum kökenli Hıristiyan vatandaşlar, Yunanistan'a göç etmiştir. 1924'de başlayan nüfus değişimi, 1926'dan sonra giderek artmış ve 1930 'da tamamlanmıştır. 1924 yılında Yunanistan’dan, köy köy getirilen aileler oldukça zor geçen ve yedi gün süren deniz ulaşımından sonra, önce İzmit-Kocaeli’ne getirildi, buradan da ülkemizin çeşitli yörelerine yerleştirildi. Mübadele sırasında aileler kendine ait eşyaları yanına alamadan sadece üzerindeki kıyafetlerle yolculuk yapmışlardır.

Yunanistan’ın Ömberiya Köyü’nde yaşayan Türkler ise Rumlar’ın bıraktığı Ambarlı’ya nüfus başına yaklaşık 5’er dönümlük tarla verilerek yerleştirildi. Öyle ki yolculuk sırasında vapurda doğan Bahriye teyze bile kayıt altına alındı ve kendisine de 5 dönüm tarla verildi. Türklerin Ömberiya Köyü’nde bıraktıkları evlere ise Giresun ve Samsun’dan giden Rumlar yerleştirilmiştir.



BAKIRKÖY

Bakırköy' ün tarihi İstanbul''un tarihidir. Bakırköy Bizans döneminde eski önemini koruduğu gibi, aynı zamanda askeri ve siyasi bir merkez konumuna da gelmiştir.

    
Bakırköy zamanla Jeptimun, Makrohori, Makriköy, 1925'de de bugünkü Bakırköy adını almıştır. İlçe sınırları içinde bulunan Yeşilköy (Ayestefanos) 1877-78' de Rus işgaline uğramış (3 Mart 1878)''de  Ayestefanos Antlaşması da burada imzalanmıştır.

II. Abdülhamit burada tahttan indirilmiştir. Bakırköy' ün tarihi gelişiminde Fransız işgalinin pek çok etkisi görülmüştür.
İşgal daha sonra İstanbul' un kurtuluşu ile ortadan kalktı. Cumhuriyet dönemine adım atıldı. Hepdoman, Bizans döneminde eski önemini koruduğu gibi, aynı zamanda askeri ve siyasi bir merkez konumuna geldi.  
     
İstanbul 12. yüzyılda Latin İmparatorluğu' nun bir parçası olunca Hepdoman da İstanbul' un kaderini paylaştı. Hepdoman adından başka Jeptimum adıyla anılan Bakırköy, Bizans''ın son dönemlerinde Makrohori (Uzunköy) olarak adlandırılıyor. 14. yüzyılın ortalarında Osmanlıların eline geçmesiyle, adı Makriköy' e dönüştü. Türklerin Bakırköy' e yoğun olarak yerleşmeleri 15. yüzyıllara rastlar.

II. Abdülhamit döneminde gelişen ve köşklerle donanan Makriköy, 19. yüzyıl sonlarından beri İstanbul''un bir ilçesi durumundaydı.

1925' te ulusal sınırlar içindeki yabancı kaynaklı adların değiştirilmesi sırasında, adı Bakırköy olarak belirlendi. İlçe sınırları içinde yer alan Yeşilköy(Ayastefanos), tarihsel bakımdan önem taşımaktadır. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Rus işgaline uğramış ve ünlü Ayestefanos Anlaşması (3 Mart 1878) burada imzalanmıştı.

Bir başka önemli olay da, 31 Mart olayını bastırmak için Selanik' ten yola çıkan Hareket Ordusu' nun 1909' da Ayestefonos' a gelmesidir. Burada toplanan Meclis-Milli, II. Abdülhamit' in tahttan indirilmesine karar vermişti.

1. Dünya Savaşı' nın sonlarında Fransız askeri işgali altında bulunması Bakırköy' ün tarihi gelişmesinde ayrı bir olaydır. İşgal, İstanbul' un kuruluşu ile ortadan kalktı, Bakırköy de Cumhuriyet dönemine adım attı.

Tarihi gelişmesi içinde, Antik Çağ' dan günümüze çeşitli tarihi eser bırakan Bakırköy''ün önemli tarihi eserleri olarak, Bizans döneminden kalma Fildamı (Fildamı Sarnıcı), 17. yüzyıl Osmanlı mimarisini yansıtan Baruthane, aynı dönemde yapılan, ancak 1875''de Sultan Abdülaziz tarafından yeniden inşa edilen Çarşı Camii ve Çeşmesi, aynı dönemde yaptırıldığı sanılan Şifa Hamamı, 19. yüzyılda yaptırılan Bez Fabrikası (Bakırköy Pamuklu Sanayi Müessesesi), Yeşilköy yalıları, Bakırköy evleri, kiliseler, köşkler, Florya Deniz Köşkü sayılabilir.



 

ŞİŞLİ

ŞİŞLİ ADI NEREDEN GELİR?
Şiş yapımıyla uğraşan ve şişçiler diye anılan bir ailenin burada konağı olduğu ve “ Şişçilerin Konağı”nın zamanla “Şişlilerin Konağı” haline gelmesiyle semtin adının Şişli kaldığı söylenmektedir.

TARİH
Şişli İstanbul'un, Taksim kuzeyindeki bütün semtleri gibi, yeni bir yerleşmedir. Şehrin bu yöresinin 19. yy' ın ortalarında bile henüz yerleşme bölgesi olmadığı biliniyor. 1850'lerde bugünkü Şişli'nin yayıldığı alan geniş bir kırlıktı. İlçenin en eski mahallesi olan Tatavla' nın (Kurtuluş) 16. yy'da kurulduğu ileri sürülür. 17. yy'da Taksim' den Pangaltı' ya doğru uzanan yolun iki yanında mezarlıklar; 18. yy'da Şişli ve Mecidiyeköy yörelerinde bağlar ve bostanlar yer alıyordu. Balmumcu Çiftlik Hümayunu Şişli' ye kadar uzanıyordu. Bahçelerde sebze ve meyvenin yanı sıra çiçek de yetiştirilirdi.


19.yy.itibaren çeşitli binalar yapılır. Feriköy'de ilk bira üretim tesisinin kurulması ve Şişli'de Etfal Hastanesi'nin açılışı 1890'lara rastlar.Bomonti'de bira fabrikası 19. yy'ın başlarında kurulmuştur. 1870'te Beyoğlu yangınında evsiz kalan Levantenler ve gayrimüslimler Harbiye çevresinde inşa edilen kagir binalara taşınmışlardır. Matbaa-i Osmaniye'yi kuran Osman Bey de Harbiye ile Şişli arasında bir arazi satın alarak bu arazide konak yaptırmıştır. Osmanbey semtinin adı bu konaktan gelir. Abdülmecid döneminde (1839-1861) imparatorluğun sınır bölgelerindeki yurtlarından olan birçok göçmen İstanbul'a sığınmış; bunlardan bir bölümü Şişli' nin hemen kuzeydoğusunda arpa tarlaları ve dutlukların bulunduğu alana yerleştirilmiştir. Bu kırsal yerleşim yerine padişahın adıyla Mecidiyeköy denmiştir. Taksim – Şişli tramvay hattı 1913'te elektrikli hale getirilmiş, tramvay deposu da Şişli ile Mecidiyeköy arasına inşa edilmiştir. İstanbul'daki önemli anıtlarda biri olan Abide-i Hürriyet de 1911 de açılmıştır. Şehir yavaş yavaş Harbiye'ye, Pangaltı'ya doğru, daha çok askeri ve idari yapılarla uzanmaktadır. Şehrin kuzeye ve kuzeydoğuya, yani Şişli ve Nişantaşı – Teşvikiye'ye doğru yayılmasında iki önemli etken, 1870'te Beyoğlu'nun büyük bölümünü ortadan kaldıran yangın felaketi ve Tanzimat'la birlikte yabancıların da şehrin istedikleri yerlerinde mülk edinmelerine olanak tanınmasıdır. Yerleşmenin Şişli'ye doğru uzanması 1881'den itibaren atlı tramvayın Taksim'den Pangaltı'ya ve biraz daha ileriye, bugünkü Şişli'nin ortalarına doğru gelmesi ile hızlanmış, 1913'te elektrikli tramvay işlemeye başlamış, Şişli Beyoğlu'ndan sonra, İstanbul'un elektrik ve havagazı almaya başlayan ikinci semti olmuştur.


Bütün bu ayrıntılar, semtin 1870'lerden sonra oluşmaya başladığını; 19.yy'ın son yıllarında, yabancıların ve kalburüstü azınlıkların yanında, batıcı bir yaşam biçimini benimsemiş veya buna özenen Osmanlı seçkinlerinin ve aydınlarının, o günün koşullarında görece çağdaş olanaklardan yararlanarak yaşadıkları bir yer olmaya yüz tuttuğunu göstermektedir.

19.yy'ın sonlarında, 1890'larda Şişli'de İstanbul'un ünlü yabancı zenginlerinin, Beyoğlu'ndan bu tarafa doğru kayan azınlıkların, Osmanlı paşalarının, yüksek memurların, devrin aydınlarının bahçeler içindeki tek tük konakları yanında; 1895'te Okmeydanı'na doğru Darülaceze, 1898'de de , difteriden ölen kızı Hafize Sultan için II. Abdülhamit'in yaptırdığı Etfal Hastanesi gibi sağlık kurumları da yer almaktadır.

Şişli semtinin hızla gelişmeye başlaması 1913'te elektrikli tramvayın buraya uzanması ve Şişli'nin son durak olmasından sonradır. Halaskargazi Caddesi boyunca evlerin, konakların sıklaşması, ilk apartmanların belirmesi 1910-1920 dönemidir. Mustafa Kemal'in Samsun'a gidene kadar Aralık 1918'den Mayıs 1919'a kadar kaldığı ve bugün Atatürk Müzesi olarak korunan bina, dönemin yapıları hakkında bir fikir vermektedir.

Cumhuriyet' in kuruluşundan sonra Şişli, 1930'larda şehrin en mutena semtlerinden biri durumundadır. 

ŞİLE

 İlçede yaşam çok eskiye dayanır. Yapılan son araştırmalar Şile çevresinin tarih öncesinde (Cilalı Taş Devri) iskan edildiğini göstermektedir. Kefken ile Bulgaristan sınırı arasındaki Karadeniz sahil kesiminde yapılan tarih öncesine ilişkin çalışmalarda, çeşitli yerlerde Paleolitik çağın muhtelif bölümlerine ve özellikle Epi-Paleolitik döneme ait bir çok konak yeri ve işlik saptanmıştır. Buluntu yerlerinin sayısındaki artıştan, buzul sonrası dönemde (yaklaşık M.Ö. 12000 ile 6000 arasında) Karadeniz kıyı şeridi kıyı şeridi üzerinde önemli bir nüfus yoğunluğunun olduğu açıkça belli olmaktadır. Nitekim İstanbul'un en eski buluntu yerleri arasında Şile'nin Ağva ve Sahilköy (Domalı) köyleri bulunmaktadır. Marmara kıyısında Ambarlı'yı da içine alan kıyı konak yerlerinden biri olan Sahilköy, aynı adı taşıyan koyun kuzeyindeki kumluğun batısındadır. Sahilköy'e ait yontma taş aletler, Göztepe ve Kazlar deresinin doğusuna rastlayan Dereağzı Tepesi üzerinde toplanmıştır. Ayrıca ilçede o dönem insanının yaşamı için elverişli çoksayıda mağara mevcuttur. 

     Şile antik çağda iki defa istilaya uğramıştır. Birinci istila eski Yunalıların Pers seferinden geri dönüşlerinde komutanları Xenophon tarafından, ikincisi de kıyı şeridini takip ederek ilerleyen Roma komutanı Lucullus tarafından gerçekleştirilmiştir. Roma döneminin izleri hala Şile'de görülmektedir. Doğu Roma İmparatoru Diokletianus zamanında (284-305), İnkese, Sofular gibi Şile mağaraları ilk inanan Hristiyanlar için tabii korunaklar olmuştur. Gürlek Mağarası Doğu Roma askerlerinin yakaladığı ilk inanan Hristiyanları hapsettikleri bir cezaevi gibi kullanılmıştır.    Selçuklu Türkleri Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile 1090 senesinde Şile'yi ele geçirdiler. 1097 senesinde ise 1. Haçlı orduları Şile'yi Selçuklulardan geri almıştır. Şile'nin geri alınması ancak Yıldırım Beyazıt döneminde mümkün olmuştur. Şile, I. Dünya Savaşı'na kadar 500 yıl boyunca Türkler'in yönetiminde rahat bir yaşam sürmüştür. Daha sonra İstanbul'un işgaliyle birlikte İngilizler'den cesaret alan Rumlar Şile çevresine yerleşerek Dumlupınar Zaferine kadar işgallerini sürdürmüşlerdir. 

 

    19.yy. Osmanlı kayıtlarına göre Şile kazası 1846'da Zaptiye Müşirliğine bağlıydı. 1876'da şile kazasının Dersaadet Şehremaneti'ne bağlandığı görülür. 1877 Devlet Salnamesinde ise Şile, Zaptiye Nezaretine bağlı Üsküdar Mutasarrıflığına bağlıdır. 1924'de bütün sancaklar (mutasarrafflık) vilayet yapıldığında Şile'nin Üsküdar'a bağlılığı devam etmiştir. 1926'da yapılan yeni düzenlemeyle Üsküdar kaza haline getirilip İstanbul vilayetine bağlanınca Şile kazası da Üsküdar'la aynı yapı içinde yer almıştır. Ayrıca Şile, Cumhuriyetin kuruluşu ile oluşturulan ilk belediyelerden biridir. (1923)

 

 

 

 

 

Kartal

Kartal Bizans İmparatorluğu döneminde VI. yüzyıl başlarında "Kartalimen" isminde küçük bir balıkçı köyü olarak kuruldu. "Kartal" adını ilk defa sahilde balık avlamak için gelip buraya yerleşen "Kartelli" isminde bir balıkçıdan almıştır. Bizans zamanında, liman önemi taşıyan bu beldeye "Kartalimen" denildiği de bilinmektedir.

Kartal İlçesinin tarihî gelişimini 6.asrın başlarından itibaren tetkik etmek mümkündür. İlçenin Samandıra ve Yakacık gibi yerleşim birimlerinde yapılan kazılarda çıkan tarihî eserlerin Bizans devrine ait oldukları anlaşılmıştır. 1080-1083 yıllarında bütün Anadolu'yu alan Selçuklu Sultanı Süleyman Şah tarafından Pendik, Kartal ve Maltepe'nin fethedilmesinden sonra bu hükümdarla zamanın Bizans imparatoru arasında Dragos Çayı hudut olarak belirlenerek 1084 yılında bir antlaşma yapılmış ve Süleyman Şah bu hududun dışına çıkmamayı taahhüt etmiştir. Bu çay bugünkü Maltepe'nin batısında Maltepe ile Kartal arasında sınırı teşkil eden ve Dragos tepesinin yanından geçerek denize dökülen küçük bir sudur. İşte Anadolu'da Türklerle Bizanslıların ilk hududu bu anlaşma ile tespit edilmiştir. Kartal, 1400 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmıştır.

Kartal'da ilk vapur iskelesi 1857 yılında inşa edilmiştir. O dönemlerde küçük bir yerleşim mahalli olarak kalan Kartal, 1873'te Haydarpaşa-Pendik banliyö hattının açılmasından sonra nispeten hareketlenmeye başlamıştır. 1908'de Meşrutiyetin ilanına kadar Üsküdar Mutasarrıflığına bağlı Sancak olarak idare edilmiş, bu tarihten sonra İstanbul iline bağlı bir ilçe olmuştur.

1947'de Kartal ve çevresinin sanayi bölgesi olarak belirlenmesiyle, ilçenin nüfusu ve üretimi artmıştır. Halen İstanbul içindeki en önemli ticaret ve sanayi bölgelerinden biridir. Kartal İlçesi yerleşim bölgesi olarak verimli topraklara sahiptir, yeraltı memba suları azımsanmayacak kadar fazladır, Ayazma'sı meşhurdur ve İstanbul'un balkonu sayılabilecek Yakacık gibi bir tabiat harikasına sahiptir, bu tarihî ve kültürel zenginlikleri ile oldukça göz kamaştırıcı bir ilçedir.




PENDİK

Pendik’in Adı

Çok eski bir yerleşim yeri olduğu bilinen Pendik’in bilinen en eski adı Pantikapaion’dur. Bizans Döneminde “her tarafı surlarla çevrili” anlamını taşıyan Pantecion, Latin egemenliğinde ise “duvar” anlamına gelen Peninda-kot ismini almıştır. Bu da bizi, Pendik’in egemen olan devletlerce bir savunma hattı olarak kullanıldığı bilgisine götürür. Pendik’e beş köy, beş burun, beş çıkıntı, beş balıkçı köyü de denmiştir.

 TARİH ÖNCESİ DÖNEM 

Tarih Öncesi Dönemlerin İstanbul’u (1) isimli makalesinde İstanbul’un geçmişine ilişkin araştırmasında Mehmet Özdoğan, Afrika’dan çıkan ilk insanın yaklaşık 1 milyon yıl kadar önce buradan geçtiğini söyler.

Göç yollarının zorunlu olarak geçtiği İstanbul; kıtalararası bilgi, mal, teknoloji aktarımında uygarlığın düğüm noktasıdır. Bu köklü ve renkli tarih, Anadolu’nun Avrupa’ya açılan kapısı konumundaki Pendik’te derin izler bırakır.

Türk Tarih Kurumu Başkanlığı da yapmış Şevket Aziz Kansu 1961 yılında Pendik’te bir süre kazı çalışması yürütmüştür. Marmara Bölgesi ve Trakya’da Prehistorik İskân Tarihi Bakımından Araştırmalar  isimli yazısında Kansu, Pendik'te Paleolitik tipte piyeslere tesadüf ettiklerini bildirir.

Kansu, bu bölgede Fikirtepe kalkolitik yerleşme yeri kültür malzemeleriyle benzerlik gösteren keramikten geometrik desenli, büyük ve küçük kadeh, testi, küp, kemikten yapılmış bız iğne, olta, kaşık, sipatül, idol, obsidiyenden yapılmış minik kesici, cilalı balta vb. eserler bulduklarını anlatır.

Kansu, makalesinde bu durumu “Pendik Prehistorik İstasyonunun önemi, Fikirtepe kültürü ile çağdaş ikinci bir yerleşme yeri olmasıdır. Biz bu kültüre Marmara Kıyısı Prehistorik Kültürü adını da şimdilik takabiliriz.” olarak açıklar.

1961, 1981 ve 1992’deki kazılar 7000 yıl öncesine ilişkin bilgiler sunarken Marmaray kapsamında Pendik Höyüğü’nde yürütülen bugünkü çalışmalar, Pendik’in geçmişinin 8400 yıl öncesine kadar gittiğini gösteriyor.

 

Göçebelikten Yerleşik Düzene

Pendik’te Paleolitik Dönem’in gezginci-avcı yaşamın yerini, çiftçiliğe dayalı yeni bir yaşam biçimi almıştır. Balıkçılıkla da uğraşan yeni köylerin oluşturulduğu Neolitik Dönem’de (MÖ 6600 - 5800) toplum yaşamında köklü değişiklikler yaşanmıştır.

Bu dönemde buğday ve arpa gibi tahıllar, baklagiller tarımsal üretimin ilk öğeleridir. Tarımın yanında sığır ve koyun gibi hayvanlar evcilleştirilerek hayvancılığa ilişkin ilk adımlar atılır. Yine bu dönemde inanç sistemleri, ticaret ve mülkiyet ilişkileri değişikliklere uğramış ve yeni bir yaşam biçimi doğarak üretimin devamlılığı yerleşikleştirilmiştir.

Bu yeni yaşam biçimi, araç ve gereçlerin gelişimini de etkilemiş, yiyecek içecek hazırlamak ve bunları saklamak için kilden kap kacak yapımını ortaya çıkarmıştır. Çalışmaların yapıldığı tarihlerde modern konutların ilk temellerini oluşturan evlerin yanında mezar izlerine de rastlanılmıştır.

 

OSMANLI ÖNCESİ DÖNEM

İstanbul Boğazı ile Sakarya Nehri arasındaki bölgeye yerleşen ilk devletlerden biri olan Frigler’in kolu Bebrikler, bugünkü Pendik’e Bebrikya dedi.

MÖ 650 yılında bu bölgeye yerleşen ve Bitinya adını veren Bitinler ise Anadolu'ya hakim olmak isteyen Perslerin egemenliği altına girse de bir süre sonra Bitinya Krallığını kurar.

Roma İmpatorluğu, MÖ 85 yılında Kalkhedon'a (Kadıköy) ayak bastıktan sonra MÖ 74 yılında Pendik'in de bağlı olduğu Bitinya'yı egemenlik altına alır. Pendik, MS 255’te Got İstilası sonrası diğer bir hükümdarlık olan Perslerin Kadıköy'e yaptıkları seferlerin de uğrak yeri olmuştur.

Pendik'in İslâm’la tanışması 668 yılında Ebu Süfyan komutasındaki orduların Üsküdar'a kadar ilerledikleri seferle gerçekleşir. 941’de Rus İstilasına uğrayan Pendik ve çevresi, 1071 Malazgirt Savaşında Müslüman Türklerce egemenlik altına alınır.

1096 Haçlı Seferlerinde tahrip edilen Pendik, 1204 yılında İstanbul’u ele geçiren Katolik Haçlıların Latin Devletine ev sahipliği yapar.

 

OSMANLI DÖNEMİ

Pendik, ilk defa 1328’de Aydos Kalesi’nin fethiyle Türklerin eline geçer. Kalenin fethini gerçekleştiren Kara Gazi Abdurrahman, Orhan Gazi tarafından Aydos Tekfurunun kızıyla evlendirilir.

Yıldırım Beyazıt Dönemi’nde doğuya yapılan seferleri fırsat bilen Bizans, Pendik’i birkaç defa eline geçirmiş olsa da Fatih Sultan Mehmet Han’ın 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle Pendik, kesin olarak Türk-İslâm Medeniyetine ev sahipliği yapacaktır.

İskân amacıyla Anadolu'dan gelen Türkler, Pendik’teki Kurtköy, Dolayoba, Yayalar, Şeyhli gibi köyleri kurmuşlardır.

 

100 Yıl Yangınları

İlki 1798’de olmak üzere üç büyük yangın geçiren Pendik’te son 1889 yangınında 1.200 konut ve ticarethane yanarak yol olmuştur. Bu dönemde İstanbul’un çeşitli noktalarında sıkça görülen yangınlarda can ve mal kayıplarının önüne geçmek için Sultan II. Abdulhamit, orduda bir İtfaiye Teşkilatı kurdurmuştur.

 

Türkiye’nin İlk Planlı Kasabası

Padişahın emriyle Ayan Meclisi Senato Hariciye Encümen Reisliği görevini yürüten Azaryan Efendi, Pendik’in yeniden imar edilmesi için görevlendirilmiştir. Paris’ten getirilen mimar ve mühendislerce kasabanın ilk planları çizilmiş, şehrin kurulması için çalışmalara başlanmıştır. Böylece Pendik, Türkiye’nin ilk planlı kasabası olma unvanını kazanmıştır.

Azaryan Efendi bu planı çizdirirken isminin ilk harfi “A”yı Pendik’in ortasına işler. Harfin ayakları sahile uzanacak şekilde planlanır. Belediye binasının önündeki parkta birleşen Gazipaşa ve İsmetpaşa Caddeleri harfin iki ayağını, Dr. Orhan Maltepe Caddesi ise harfin gövdesini oluşturmaktadır.

 

CUMHURİYET DÖNEMİ

1. Dünya Savaşı sonrası gerçekleştirilen işgallerden Pendik de nasibini düşeni almış, 5 yıl boyunca Kemikli Dere Mevkii’nde İngiliz Karakolunun esareti altında kalmıştır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında bağımsızlık mücadelesinde üstün hizmetleri bulunan Pendik köylülerinin çok azı geri dönebilmiştir. 1923 Lozan Antlaşmasıyla Pendik, düşman kuvvetlerinden temizlenmiştir.

 

Mübadele Yılları

1924 Temmuz’unda Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesiyle Preveze, Drama ve Yanya gibi kentlerden 2 bin 200 Müslüman Türk, Sulh isimli bir gemiyle Pendik’e gelmiştir. Mübadiller, içlerinde devlet erkânından Abdülhalik Renda ve İzzettin Çalışlar’ın da bulunduğu bir heyetçe karşılanmış ve önceden tespit edilen evlere görevlilerce yerleştirilmiştir. Mübadillerin gelmesiyle Pendik'in demografik yapısı değişmeye başlamıştır.

 

Nüfus Hareketleri

Diğer bir göç dalgası 1930’lu yıllarda Anadolu’dan olmuştur. 1935 yılında nüfus 4 binken yurtdışından ikinci bir göç dalgasıyla 1960’ta 14 bin olmuş, 1970’e girildiğinde ise 30 bini bulmuştur.

1970’lerden itibaren ilçenin sayfiye yapısı bozulmaya başlamış, sahilde bulunan konakların ve yazlıkların yerini çok katlı yapılar almaya başlamıştır.

1980’de onaylanan ve İstanbul’daki sanayi gelişimine yeni düzenleme getiren Büyük İstanbul Nazım Planının hayata geçmesiyle Pendik’in 60 binlik nüfusu 1990’da 235 bine ulaşmıştır.

ÇATALÇA


Ferhatpaşa Camisi:


Çatalca İlçesi’nin imarında önemli rolü olan Osmanlı sadrazamlarından Ferhat Paşa, 16. yüzyıl sonunda Mimar Sinan’a cami, sıbyan mektebi ve çeşmeden oluşan bir külliye inşa ettirmiştir. Cami kapısı ve çeşme üzerinde yer alan kitabelerde külliyenin inşa tarihi hicri 1006, miladi olarak da 1597–98 olarak görülmektedir. Balkan Savaşları sırasında büyük ölçüde tahrip olan yapı sonradan onarılmış, 1990’lardan sonra ise kalem işleri yenilenmiştir.

Klasik Osmanlı mimarisinin örneklerinden biri olan cami, kare planlı ve merkezi kubbelidir. İki sıralı pencere düzenine sahip olan yapının alt sıra pencereleri dikdörtgen söveli ve hafifletme kemerli; üst sıra pencereleri ise sivri kemerli ve alçı dışlıklıdır. Yapının girişi önünde iki revaklı bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Dış revak saçak ile örtülü olup, son dönemde camekân ile kapatılmıştır. Üç birimli olan iç revak ise, dört sütunun taşıdığı kemerli bir düzenlemeye sahip olup, kubbelerle örtülüdür. Yapının kesme taş minaresi kuzeybatı köşede yer almaktadır. Çokgen gövdeli olan minarenin şerefe altı mukarnıslı; külah altı ise firuze rengi çini bezemelidir.

Caminin inşa edildiği teras duvarının bir köşesinde kesme taş çeşme, diğerine önünde kapalı bir sundurma bulunan, tek kubbeli sıbyan mektebi inşa edilmiştir. Yapı, bazı araştırmacılara göre kütüphane olarak tanımlanmıştır. Cami ile sıbyan mektebi arasında kalan alanda ise çoğunlukla 18. – 19. yüzyıllarda tarihlenen, içlerinde Kırım hanları ve ailelerinin de medfun

bulunduğu bir hazire mevcuttur.

 

Mescit Camisi:

 

Bu caminin kimin tarafından, hangi tarihte yapıldığı bilinmemektedir. Çünkü kitabesinin kaybolduğu ya da bulunmadığı düşünülmektedir. Dikdörtgen şeklinde planlanmıştır. Kısa minaresi vardır. "Ferhatpaşa Mahallesi Mescidi" olarak da adlandırılır. Kare planlı mescit, dört yöne eğimli ahşap çatılıdır. Son dönemde onarım gören caminin pencere oranları korunmuştur.

Alipasa Çeşmesi:

1962'de tamamen yol olmuş durumdayken fiziksel çalışmalarla toprak altından kurtarılmıştır ama işlevselliğini yitirmiş durumdadır. Alipaşa Camisi'nin karşısındadır.

 

Ferhatpaşa Çeşmesi:

 

Ferhatpaşa Camii’nin ihata duvarı üzerinde yer alan çeşme, klasik üsluptadır. Sivri kemerli düzenlemeye sahip cephe, dikdörtgen profilli çerçevelidir. Kemer içinde inşaat kitabesi yer almakta ve Hicri 1006 / milattan sonra 1597/98 tarihini vermektedir. Günümüzde halen akar vaziyette bulunan çeşmeyi Çatalca Halkı günümüzde de kullanmaktadır.

Hacı Mahmut Çeşmesi:

Şu anda suyu tükenmiş durumdadır. Güzel sülüs kitabesi vardır ve bunun da bir tamir kitabesinin olduğu düşünülmektedir. Hicri 1301 milattan sonra 1884 olarak tarihlenmektedir. Kitabesinin bir kısmı günümüze kadar özgün bir şekilde ulaşmıştır.

 

Ali Paşa Camisi:

 

Çatalcalı Ali Efendi veya Hadım Ali Paşa tarafından yaptırıldığı tahmin edileni Klasik Osmanlı Mimarisi örneklerinden olan yapı, kesme taş ve tuğla malzeme ile almaşık düzende inşa edilmiştir. Merkezi planlı, tek kubbeli cami, sekiz pencereli, kesme taştan dört duvar üzerine oturtulmuş, üç birimli bir son cemaat yerine sahiptir. Balkan Savaşları’nda büyük zarar gören Ali Paşa Camii, bir süre askeri hurda deposu olarak kullanılmıştır. Yakın bir tarihte restore edilen yapı, günümüzde hizmet vermektedir

Çatalca Hamamı:

Padişah IV. Mehmed Han’ın (Avcı) şehzadeliğinde kendisi ve haremi için inşa edilmiştir. Altı küçük kubbesi ve altı adette halveti bulunan bu hamamda da Balkan Savaşlarından nasibini almıştır. Çatalca Hamamı, Balkan Harbi’nden sonra harap olmaya terkedilmişken, 1940 – 41 tarihleri arasında 64. Tümen kumandanı General İsmail Hakkı Tekçe tarafından tamir ettirilerek işlevselliği bugüne kadar sürecek duruma getirilmiştir.

 

Anastasios Surları:


Çatalca’nın ve bölgenin en önemli tarihi unsurlarından olan Anastasios Surlarları, Erken Bizans Dönemi eseri olup, Anastosios I zamanında (491 – 518) tamamlanmıştır. Karadeniz ile Marmara Denizi arasında kesintisiz olarak devam eden yaklaşık 55 km. uzunluğundaki surlar, Karadeniz’de; Çatalca İlçesi Karacaköy – Evcik İskelesi’nden başlayarak, Silivri İlçesi Altınorak Sitesi yanı başında Marmara Denizi’ne ulaşmaktadır. Balkanlar’dan gelen istilalara karşı korunmak amacıyla yapılmasının yanı sıra, diğer bir görevi de şehri besleyen su sistemini ve bu bağlamda su kemerlerini koruyarak lojistik güvenliği sağlamak olan surların 1940 yılına değin duvarlarının büyük bölümü ayakta durmasına karşın, bugün bu süreklilik görülememekte olup, ancak kuşbakışı izinden sur hattı anlaşılabilmektedir. Söz konusu sur hattı Evcik İskelesi’nden başlayıp, Karacaköy, Gümüşpınar, Pınarca, Kurfallı, Fener, Alipaşa Mahallesi ve Silivri Altınorak Mevkii’nden geçen bir hat oluşturmaktadır. Bugün surların kalıntılarına Karacaköy Gümüşpınar sapağı, Yalıköy Hisartepe, İhsaniye Pınarca Mevkii ve Kurfallı Köyü’nde rastlanılmaktadır. Dervişkapı kısmında sur duvarı otoyol tarafından kesilmiş olup, bunun kuzey kemsinde yapılan çalışmada (Bedesten ve Kuşkaya Tepesi) tespit edilen mevcut sur duvarının en yüksek noktası olduğu anlaşılmıştır. Teknik ve malzeme olarak incelendiğinde; sur duvarlarının küfeki taşından kaplanarak içlerinin moloz dolgu olarak horasan harcı ile inşa edildiği görülmektedir. Ancak bazı bölümlerinde değişik teknik ve malzeme kullanımı, surların farklı dönemlerde onarım geçirdiğini işaret etmektedir.

 

Topuklu Çeşmesi

 

Suyu Bizanslılarca getirilen Topuklu Çeşmesi Sultan II. Ahmet tarafından yaptırılmıştır. Hafif sivri kemerli ve kilit taşı süslemeli eyvan biçiminde yığma taş malzeme ile inşa edilmiştir. Önünde bulunan havuzu ile beraber günümüze kadar özgün halini koruyan çeşmenin bulunduğu meydanda bir de tarihi bir çınar ağacı bulunmaktadır.

 

Çatalca Surları

 

Günümüze kalıntı halinde ulaşan surların üzerinde herhangi bir kitabe bulunmamaktadır. Ancak yapılan incelemeler sonucu bu surların iki farklı devirde inşa edilmiş oldukları düşünülmektedir. Bizans Dönemi’ne ait olduğu tahmin edilen Orta Bizans Dönemi’ne; doğu surlarında kullanılmış olan tuğlasız örgü, harcı ve inşa tekniği ile Paleologueller devrine tarihlenmiştir. Yapının kalıntılarından dikdörtgen planlı olduğu ve köşelerinde dört adet köşe burcu yer aldığı anlaşılmaktadır. Bunların haricinde kenarların tam ortasında da birer adet burç olduğu bilinmektedir. Çatalca Surları’ndan alınan taşların şehir içinde yapılan bir çok evin inşasında kullanılması yapının tahribatına yol açmıştır.

 

Kaleiçi Camii

 

Daha öncesinde Çatalca’nın en büyük kilisesi Aya Yorgi ismiyle kullanılan yapı cumhuriyet Döneminde camiye çevrilmiştir. Minaresi 2 şerefeli olan yapının minaresinin bir kısmı 17 Ağustos 1999 depremi sonrası yıkılarak tek şerefeli hale getirilmiştir.

 

İnceğiz Mağaraları

 

Çatalca’nın en eski yerleşim birimi olarak göze çarpan İnceğiz Mağaraları 2500 yıl öncesine tarihlenmektedir. Barınma amaçlı yapılmış bu mağaralar daha sonra kilise olarak kullanılmıştır. Mağara odalarında bulunan haç işaretleri de bunun bir göstergesidir.

 

Mübadele Müzesi

 

Çatalca İlçesi’nin Kaleiçi Mahallesi’nde bulunan ve eski Rum Tavernası olarak tescillenen yapı, bir dönem Ziraat Bankası Şubesi olarak hizmet vermiştir. Avrupa 2010 Kültür Başkenti Ajansı, Lozan Mübadilleri Vakfı ve Çatalca Belediyesi iş birliğiyle müzeye dönüştürülen yapı, Ölçer Ailesi’nin tahsisi sonucu ‘Mübadele Müzesi’ olarak restore edildi.

 

Taş Köprü

 

Karasu Deresi üzerinde bulunan yapı moloz taş ile inşa edilmiştir. Kesme taş ile kaplanan köprü, beş kemerden oluşmaktadır. Yuvarlak formlu kemerlerin bazılarında rozet ve ay motifleri görülmektedir. 8 Eylül 2009 tarihinde yaşanan büyük sel felaketinde ilçe genelinde ve aynı dere üzerindeki çoğu köprü ağır hasar görürken veya yıkılırken, tarihi köprü hasarlı da olsa günümüzde halen kullanılmaktadır.

 

Jandarma Binası

 

Kaleiçi Mahallesi’nde yer alan ve bugün Jandarma Bölge Komutanlığı olarak kullanılan bina, enine gelişen bir plan göstermektedir. Yapı, üçgen alınlığı, girişin üzerinde yer alan saati ve yüksek kabartma süslemeleri ile dikkat çekmektedir. Cumhuriyet Dönemi’nde uzunca bir süre Hükümet Konağı olarak kullanılan yapının alt katı ise cezaevi olarak kıllanılmıştır.

 

Evcik Kilisesi

Anostosios Surlarının Karadeniz ile birleştiği noktada, denize hakim bir konumda bulunan yapı, 11. yüzyıla tarihlenmektedir. Günümüze kalıntı halinde ulaşabilen kilisenin yapısal özellikleri nedeniyle manastır olabileceği düşünülmektedir. Merkezi planlı ve kubbeli yapının tuğla kemerli bir kapı ile iki yanda birer penceresi mevcuttur.

BAHÇELİEVLER

İstanbul’un Avrupa yakasındadır. Güneyden Bakırköy’e, batıdan Küçükçekmece’ye, kuzeyden Bağcılar’a ve doğudan Güngören’e komşudur. 1992 yılında Bakırköy’den ayrılarak ilçe olmuştur. Yüzölçümü 16.7 kilometrekaredir.

Bahçelievler İlçesi, Cumhuriyet, Çobançeşme, Fevziçakmak ve Hürriyet mahallelerinin Yenibosna bölgeleri, Kocasinan, Siyavuşpaşa, Soğanlı, Şirinevler, Yenibosna, Zafer ve Bahçelievler olmak üzere 11 mahalleden oluşmaktadır. Bahçelievler’e bağlı bucak ve köy yoktur.

1950’li yıllara kadar bugün Bahçelievler ilçesinin bulunduğu bölgede Kocasinan ve Yenibosna köyleri vardı. Bahçelievler’in bulunduğu kesim, Bakırköy’ün O-1 karayolunun (eski E-5) kuzeyine doğru büyümesiyle oluşmuştur.

Bahçelievler’in nüfusu da, komşu ilçelerinin nüfusu gibi, 60’lı yıllardan itibaren çok hızlı bir artış gösterdi. 1960 yılında 8.500 olan nüfus, 5 yıl sonra 1965 yılında 20.881’e çıktı. 1975 yılında ise Bahçelievler’in nüfusu 100 bini aşıyordu.


TARİHİ VE KÜLTÜREL ZENGİNLİKLER

1 ) Havuzlu Köşk (Siyavuşpaşa Kasrı) :

Havuzlu Köşk (Çavuş Başı) Milli Egemenlik Parkının içinde bulunmaktadır. Yapılan ek ve değişikliklere karşın, köşkün genel görünüşü 16. Yüzyıl Osmanlı sivil mimarlığının tüm özelliklerini yansıtmaktadır. Günümüzde çocuk kitaplığı olarak değerlendirilmektedir. Adını 16. Yüzyılda Sultan III. Mehmet zamanında iki defa sadrazamlık yapmış olan Siyavuşpaşa‘dan almıştır.


2 ) Çobançeşme Köprüsü :

Londra Asfaltı’nın Atatürk Hava Limanı Kavşağında yer alır Altı kemerli 38 metre uzunluğunda yontma taşlardan yapılmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu dönemine ait bu köprü, suyu bol Ayamama Deresi üzerine kurulmuş iken şimdi suları çekilmiş kuru bir dere yatağı üzerinde durmaktadır.

3 ) Viran Saray (Viran Bosna)

Yenibosna Merkez Mahallesinde Yenibosna İlköğretim Okulu’nun güneybatısında yer almaktadır. Şu anda tamamen viran olmuş, sarayın kalıntıları vardır. Yapılan incelemede Osmanlı Dönemine ait olan saray, bugünkü Yugoslavya’da bulunan Bosna kentinden ismini almıştır. Önceleri Saray Bosna iken saldırı sonucu yıkıldıktan sonra Viran Bosna adını almıştır. 



ADALAR



BÜYÜKADA:

İstanbul Adaları’nın en büyüğü Büyükada’dır. Yüzölçümü 5,4 kilometrekaredir. Maltepe sahiline uzaklığı ise 2300 metredir. Adalar’da, biri güney diğeri kuzeyde olmak üzere iki tepe bulunur. Güneydeki tepe, 203 metre yükseklikteki Yücetepe’dir. Kuzeydeki tepe ise İsa Tepesi bulunmaktadır.

1. Dünya Savaşı ve Cumhuriyet sonrasında Rum halkını kaybeden Büyükada’daki canlılık 1930’lara kadar büyük ölçüde kaybolmuştur. Ancak, 1940’lı yıllara doğru, Cumhuriyet dönemi devlet ileri gelenlerinin ve yüksek bürokrasinin, varlıklı kesimlerin rağbet ettiği bir sayfiye yeri olma özelliğini yeniden kazanmıştır. Büyükada, bu dönemde yeni köşklerle, özenli ve zevkli yapılarla süslenmiş, İstanbul halkının günlük gezinti yerlerinin de başında yer almıştır. Ada’nın en yüksek tepesinde Aya Yorgi kilise ve manastırı bulunmaktadır. Buradaki ilk yapı, miladi 6. Yüzyılda inşa edilmiştir. Bu mevkide, bir çok kilise ve manastırın kalıntıları da vardır.

HEYBELİADA:
Heybeliada, İstanbul’un Büyükada’dan sonra en büyük adasıdır. Adaya Heybeliada denilmesinin sebebi, uzaktan bakıldığında adanın yere bırakılmış bir heybeye benzemesidir.

İstanbul'un en çok rağbet gören sayfiye yerlerinden biridir. Sadece doğasıyla, temiz havası ve güzellikleriyle değil, Bahriyesi, Sanatoryumu, Ruhban(Papaz) Okulu gibi kurumlarıyla da ünlüdür. Diğer adalara olduğu gibi Heybeliada’ya da vapur seferleri 19. Yüzyıl ortalarında yapılmaya başlanmıştır. Zengin Rumlar’ın yaşadığı adada, Bahriye’nin de bulunması nedeniyle önemli miktarda Türk nüfus da yaşamıştır.

Adanın eni 2700 metre, boyu 1200 metredir. 4 tepeden oluşan Heybeliada, İstanbul adalarının orta yerinde bulunmaktadır. En yüksek tepe Değirmentepe’dir (136 metre). Diğer tepeler, Taşocağı Tepesi, Makarios Tepesi ve Ümit Tepesi’dir. Eski adı Papaz Tepesi olan bu tepe 85 metre yüksekliğinde olup üzerinde Papaz Okulu bulunmaktadır. Adada 4 de liman vardır. Güzel bir koyda bulunan Çam Limanı ile Bahriye Limanı bunların en önemlileridir.

BURGAZADASI:
Burgazadası, İstanbul Adaları’nın büyüklük olarak üçüncüsüdür. Ada yuvarlak bir biçimdedir ve eni boyu yaklaşık 2 kilometredir. Ada üzerindeki tek tepe Bayrak Tepesi’dir. Burgazadası, iklimi, sahili, çamları, restore edilmiş zarif köşkleri ile İstanbul’un en sevilen mevkilerinden biridir. Adanın yalı ve köşkleri, güzellikleri ve zerafetleri ile tanınmıştır. Buradan Heybeliada’ya doğru uzanan bir burun ve burnu ucunda bir fener vardır. Plajın güneyinde Mezarlık Burnu yer almaktadır. Bu burundaki kaya dönüldüğünde adanın güney kıyılarına gelinir. Burası, Bayrak Tepesi’nin bulunduğu sarp mevkidir. Kıyıdan duvar gibi yükselen bu tepenin üzerinde Hristos Manastırı vardır. Aynı yönde kıyıdan devam edilince Kalpazankaya’ya gelinir. Kalpazankaya’nın hemen yanında bulunan küçük koy, Burgaz’ın gezinti yerlerinden biridir. Kalpazankaya’nın güneyinde Marta Koyu, Kuzeybatı tarafında Aya Yorgi Manastırı bulunmaktadır.

KINALIADA:
Kınalıada, İstanbul Adaları içinde en küçüklerinden biridir. 1500X1100 kilometre büyüklüğündedir. Kınalıada ismini, üzeri makilerle kaplı olduğu dönemlerde uzaktan kızıla çalan bir görünüme bürünmesi nedeniyle almıştır. Çınar Tepesi, Teşvikiye Tepesi ve Manastır Tepesi olmak üzere üç tepesi vardır. Kınalıada'da, çok kayalık olması nedeniyle, ağaçlık bulunmamaktadır. Bizans döneminde, surların yapımı için buradaki kayalıklardan taş getirildiği bilinmektedir.

SEDEFADASI:
Adalar'ın yerleşime açık olan en küçük adasıdır. 1300X1100 metre büyüklüğündedir. Üzerindeki bitki örtüsü uzaktan bakıldığında sedefe benzetildiği için Sedefadası adı verilmiştir. Eskiden tavşanı bol olduğu için Tavşanadası adı da kullanılmıştır. Adada iki plaj vardır.Sedefadası da, diğer İstanbul adaları gibi bizans döneminde sürgün yeri olarak kullanılmıştır.

YASSIADA:
Küçük bir adadır. Eni 185, boyu 740 metredir. Biri sivri, diğeri yassı görünümlü olan iki Hayırsızada'dan yassı olanıdır. Arazisi düzdür, ancak sahilleri genellikle denize dik olarak iner. Kuzey tarafında küçük bir limanı vardır. Yassıada, 1947 yılında Deniz Kuvvetleri tarafından satın alınmış burada modern bir deniz eğitim tesisi kurulmuştur.

SİVRİADA:
İstanbul adalarının en küçüklerinden biridir. Sivriada ile Yassıada, İstanbullular tarafından "Hayırsızada" olarak da adlandırılırlar. Meskun değildir. Denizin içinden itibaren yükselen bir tepenin denizin üzerindeki uzantısıdır. Denizden yüksekliği 90 metredir. Adanın güneyinde küçük bir limanı, bir de tatlı su kuyusu vardır. Bizans döneminde sürgün adası olarak kullanıldığı bilinmektedir. Antik çağlarda, inzivaya çekilmek isteyen keşişlerin de rağbet ettiği bir yer olarak tanınmaktadır. Adada, 10. yüzyıldan beri bir manastır vardır. Bugün sadece bazı kalıntıları kalabilmiştir.

KAŞIKADASI:
Burgazadası'nın hemen doğusunda bulunan küçük bir adadır. Eski adı Pita'dır. Yüzüstü yatırılmış bir kaşığa benzediği için Türkçe'de 'Kaşıkadası' diye adlandırılmıştır. Kuzeyden güneye uzunluğu bir kaç yüz metredir. Adada basit bir iskele ve iki küçük ev bulunmaktadır.

TAVŞANADASI:
İstanbul Adaları'nın en güneyinde ve İstanbul'a en uzak olanıdır (İstanbul limanına mesafesi 13,5 deniz mili). Kaşıkadası'ndan biraz büyükçedir. Eni boyu 90 metredir. Ağaçsız, çıplak, kayalık bir kara parçasıdır. Üzerinde, 40 metre yüksekliğinde bir tepe bulunmaktadır. Haritalardaki resmi adı "Balıkçı Adası"dır. Tavşanı bol olduğu için Tavşanadası adı verilmiştir.

 
ARNAVUTKÖY

 

Arnavutköy İlçesi sınırları içinde bulunan yerleşim birimlerinin tarihi geçmişi yaklaşık bin yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Arnavutköy sınırları içindeki bilinen en eski yerleşim birimi bugünkü Durusu (Terkos) semtidir. Durusu Gölü kenarına Bizans döneminde inşa edilen Trikos Kalesi, İstanbul’un ön savunma hatlarından birini oluşturmaktaydı. Zamanla Cenevizliler’in eline geçen kale, 1452 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiştir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde de Terkos Kalesi hakkında ayrıntılı bilgiler yeralmaktadır.

( 1850 Tarihli Bir Harita )

İlçe sınırları içinde bulunan İmrahor (Emir-i ahor) köyü de, Fatih döneminden itibaren Osmanlı Sarayı’na atların yetiştirildiği bir yerdir. Hadımköy de yine Fatih dönemi hadimağalarından “Hadim Baba”dan adını almaktadır. Hadim Baba tarafından bağışlanan arazi üzerine kurulan Hadımköy’e, ülkenin değişik yerlerinden getirilen Türkler yerleştirilmiştir. Hadim Baba’nın kabri, burada yaptırdığı caminin avlusundadır. Nakkaş Köyü’nde ise 15. Yüzyılda yapıldığı bilinen Baba Nakkaş Camii ve türbesi bulunmaktadır.

Karaburun Köyü ise Cenevizler döneminden itibaren önemli bir yerleşim alanıdır. Kalesi, korunaklı limanı, denizden Terkos Gölü’ne geçebilme imkânının bulunması gibi sebepler dolayısıyla, uzun yıllar önemini korumuştur. Günümüzde bir balıkçı köyü olan Karaburun’da büyük bölümü yıkılmış Ceneviz Kalesi, 1850 yılında inşa edilmiş cami ve 1860 yılında inşa edilmiş deniz feneri bulunmaktadır. 

(1890 Tarihli Bir Harita)

İlçe sınırları içinde bulunan Haraççı, ismini eski Osmanlı vergi toplama sisteminden almakta olup, Osmanlı Devleti döneminde vergi mültezimlerinin ikamet ettikleri yerleşim birimidir. Eski adı İmberin veya Emberin olan Boğazköy hakkındaki en eski tarihi belge ise 1497 tarihli tapu tahrir defterleridir. Bu defterlerdeki bilgilere göre Boğazköy, küçük bir Rum köyüdür. 1553 tarihli tapu tahrir defterlerinde ise, buranın 2. Beyazıt’a ait vakıf arazisi olarak kayıtlı olduğu görülmektedir.  

İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak amacıyla, Terkos Gölü kıyısına 1855-1857 yılları arasında bir terfi merkezi ve pompa istasyonu kurulmuş, temin edilen su arıtılarak şehre verilmeye başlanmıştır. Söz konusu tesislerin, İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi tarafından “Su Müzesi”ne dönüştürülmesi çalışmaları devam etmektedir.,

(1950'li Yıllarda Arnavutköy Merkezi)

Arnavutköy adı, Osmanlı arşivlerinde ve zamanın haritalarında 19. yüzyılın ortalarından itibaren geçmektedir. Adını, geçmişte burada yaşayan Arnavut asıllı birinden alan bölgenin nüfus yapısı, 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan Nüfus Mübadelesi Anlaşması sonrasında değişmiştir. Önceleri, çoğunlukla Rumların yaşadığı bölgeye, mübadele ile birlikte Yunanistan’ın Drama İli’ndeki Türkler yerleştirilmiştir.

(Eski Köy Kahvehanesi) 

Arnavutköy sınırları içindeki Hadımköy 1969, Arnavutköy 1987, Durusu 1989, Boğazköy, Bolluca, Haraççı ve Taşoluk 1994 yılında “belde” statüsünü kazanmıştır. Ancak, özellikle Arnavutköy, “belde” statüsünü kazandıktan sonra yoğun göç almaya başlamış ve diğer beldelerle fiziksel olarak birleşmiştir.

(Resmi Bayramda Arnavutköy Protokolü) 

06 Mart 2008 tarihinde kabul edilen 5747 sayılı “Büyükşehir Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile birlikte 8 farklı belediyeye bağlı 32 mahalle, Çatalca ve Gaziosmanpaşa ilçelerinin sınırları içinde bulunan 8 orman köyü ve Küçükçekmece İlçesi’ne bağlı Şamlar Köyü’nün, Sazlıdere Baraj Gölü’nün kuzeyinde kalan kısmı, Arnavutköy Belediyesi adı altında birleştirilmiştir. Arnavutköy, 506,52 km² yüzölçümü ile İstanbul’un dördüncü büyük ilçesidir.  

BAŞAKŞEHİR


İstanbul’un yeni ilçelerinden Başakşehir; Altınşehir, Şahintepe, Kayabaşı, Güvercintepe, Başakşehir, Başak, Ziya Gökalp,  Bahçeşehir 1. Kısım, Bahçeşehir 2. Kısım Mahalleleri ve Şamlar Köyü’nden oluşmaktadır.

 

Başakşehir ilçesinin, Şahintepe, Kayabaşı, Şamlar, Güvercintepe, Altınşehir’i içine alan bölgesinin bilinen en eski adı Azatlık’dır. Bu isim, Şamlar Baruthanesi’nde çalışan Ermenilerin Osmanlı yönetimince 1. Sınıf vatandaş sayılması ile azat edilenlerin yeri manasında, bölgenin Azatlık olarak adlandırılmasından gelmektedir. Meşrutiyetin ilanından sonra Arnavut Kökenli Resneli Niyazi Bey bölgedeki Ermenileri göndererek arazinin sahibi olmuştur. Bu dönemde ismi geçen bölgelerin tamamı için Resneli Çiftliği ismi kullanılmıştır. 

 

İlçede bulunan ve en sağlıklı biçimde günümüze ulaşan eser Resneli Çiftliği'dir. Baruthane binaları ve etrafındaki arazi Meşrutiyet yıllarında Hazine-i Hassa’dan Resneli Niyazi Bey ailesine geçmiş ve 1950 yıllarına kadar Resneliler Çiftliği adıyla bu aile mülkiyetinde kalmıştır. Son sahibinin 1952'ye doğru ölümü üzerine mirasçılar arasında paylaşılarak ayrı ayrı parsellenip satılmış, yerlerine modern siteler yapılmaya başlanmıştır.

 

İstanbul'daki bilinen ilk yerleşim yeri olan Yarımburgaz, halk arasında bilinen popüler adıyla Altınşehir Mağarası, İstanbul’dan 22 Km. kadar uzaklıktadır. Halkalı yakınlarındaki Altınşehir mevkiinde, kayalık bir tepenin bayırında Kayabaşı yolu üzerinde yer alan mağarada alt paleotik çağa ait kalıntılar ve Bizans dönemine ait bir kilise kalıntısı bulunmakla birlikte bu kalıntılar zamanla tahribata uğramıştır. Mağaranın güneyindeki, taş ocakları yarığı birçok yerli sinema filmine mekân olmuştur. Şamlar Bendi ve Baruthanesi, Osmanlı döneminde yapılmış ve günümüze gelmeyi başarmıştır.

 

Azatlı Baruthanesi ve Şamlar Bendi, Altınşehir / Yarımburgaz Mağaraları, Resneli Çiftliği bölgedeki tarihi mekânlardır. 

 

İlçede zamanında bir Bulgar’ın çiftliği olan Hoşdere (o zamanki adı Bojdar), Türk-Rus Savaşı'nda (93 Harbi) Bulgaristan’dan kaçan üç haneli bir Türk aileye ev sahipliği yapar. Bir müddet sonra o üç aile şimdiki Boğazköy tarafından toprak satın almaya başlar. 1923-1927 yılları arasında mübadele olur. Bulgaristan ve Yunanistan’dan yaklaşık 30 aile ile Romanya’dan bir iki aile muhacir gelir. Köyün yüzde 90-95' i muhacirlere dağıtılır. Bojdar, bu dönemden 2. Dünya Savaşı' nın hüküm sürdüğü yıllara kadar Boşdere daha sonra da Hoşdere olarak anılır.

 

“Ispartakule Mekii” diye bilinen bölge ise; İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan tren yolunun Halkalı’dan sonraki istasyona verilen “Ispartakule İstasyonu”, “Ispartakule Viyadüğü” ve “Ispartakule Çiftliği” olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat yapılan araştırmalarda, “Belgrad-İstanbul Yolu” olarak bilinen yolun üzerinde de bu isimlere rastlandığı görülmektedir.

 

Bölgede çeşitli zamanlarda yapılmış olan araştırmalar, Bahçeşehir çevresinde prehistorik dönemlerden başlayıp günümüze kadar gelen önemli buluntuların varlığınıda ortaya koymaktadır. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nce yapılmış olan bir kazıda, şu anki Yamaç Villaları’nın olduğu bölgede; Roma dönemine ait, kayaya oyulmuş Kaya Mezarları’nın varlığı tespit edilmiştir. Ancak eldeki bulgulara dayanılarak; mezara çevrilmeden önceki dönemlerde bu kaya oyuğunun prehistorik dönemlerde kullanıldığı sanılmaktadır.

 

Bayrampaşa

 Bugün çağdaş bir kent görünümünde olan Bayrampaşa’nın tarihi,  Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanmaktadır. 1453’te Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u kuşatması sırasında, askeri yığınak ve karargâh yeri olarak seçilen Bayrampaşa, daha sonra savunma amaçlı kullanılmış, bölgeye askeri hastane, kışla ve sığınaklar yapılmıştır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bayrampaşa;

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, Osmanlı’nın Balkan hâkimiyetinin sona ermesiyle birlikte binlerce Müslüman Balkan coğrafyasından, İstanbul ve Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmıştır. 1927’de Bulgaristan’ın Filibe Şehri’nden göç eden ve yöreye ilk yerleşen göçmen grup, bölgede tarım ve hayvancılık yapmıştır. Bu doğrultuda, Velibey (Demirkapı), Ferhatpaşa ve Cicoz Çiftlikleri kurulmuş, bugün Numunebağ ve Abdi İpekçi Caddesi olarak adlandırılın alanda bağcılık yapılmıştır. Bayrampaşa’nın gelişip bugünlere gelmesinde Balkanlar’dan göç edenlerin katkısı asla göz ardı edilemez. 1927’de Bulgaristan’dan başlayan, 1950’lerde Makedonya’dan gelen insanlarla artan ve 1960’lı yıllarda Yugoslavya’dan göç eden Boşnaklarla doruğa ulaşan göç dalgası, Bayrampaşa’nın sosyo-kültürel altyapısının oluşmasında fazlasıyla etkili olmuştur. Balkan göçmenlerinin çalışkanlığı, aile bağlarına verdiği değer, Bayrampaşa’nın İstanbul’un en güzel ilçelerinden biri olması yolunda önemli katkılar sağlamıştır.

1927’den itibaren gruplar halinde Bulgaristan ve Yugoslavya’dan gelen göçmenlere ilaveten 1955’te İstanbul’un iki büyük caddesi olan Vatan ve Millet Caddeleri yapılırken evleri istimlâke uğrayan vatandaşların çoğunun Sağmalcılar Köyü’ne yerleşmesi, bölge nüfusunun artmasına neden olmuştur. Türkiye’de 1950’den itibaren kendini gösteren kentleşme olgusuna bağlı olarak, Anadolu’dan İstanbul’a göç eden insanların bir bölümü yerleşim yeri olarak Bayrampaşa’yı seçmiştir. Bölgeye 1950’li yıllarda yapılan fabrikalar, Bayrampaşa’nın yerleşim alanı olarak tercih edilmesinde oldukça etkili olmuştur.

Mimar Sinan tarafından İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılan ve o dönemde aktif durumda olan temiz su kanallarına, binaların atık su giderlerinin hatalı bağlanması sonucu semtte kolera salgını baş göstermiştir. Salgına bağlı olarak çok sayıda insan yaşamını yitirmiştir. Dönemin yöneticileri tarafından, Sağmalcılar adının zihinlere kolera sözcüğüyle birlikte yerleştiği düşünülerek, Dördüncü Murad’ın sadrazamlarından Bayram Paşa’nın burada bir çiftlik sahibi olmasından esinlenilerek Sağmalcılar adı, 1971’de Bayrampaşa olarak değiştirilmiştir.

1970 öncesinde tarıma dayanan bir ekonomisi olan Bayrampaşa, 1970 sonrası hızlı kentleşmeye bağlı yoğun göç sonucunda, ekonomisi sanayi ve ticaret ağırlıklı bir ilçe olmuştur. Ağır bir sanayisi olmayan Bayrampaşa'da, sanayi; yedek parça, otomobil tamiri, kalıpçılık, elektrik elektronik parça üretimi, hırdavat alet üretimi, plastik döküm, soğuk demir işlemesi, talaşlı üretim, tekstil gibi alanlara yönelmiştir. Gününüzde Bayrampaşa’da tarım alanı mevcut değildir.

Tarihi eserler bakımından önemli bir yeri olan ve bugün Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü hizmet binası olarak ayrılan Maltepe Askeri Hastanesi, 1827’de yaptırılmıştır. Bina dört cephelidir. Orta yerinde büyük bir avlusu vardır. Ön cephesi tek, öteki yönleri ikişer katlıdır. Tavanları yüksek, odaları ve koğuşları geniştir. 1922’de lağvedilen hastane bir müddet askeri okul ve daha sonra kışla haline getirilerek 66. Tümen’in karargâhı olarak kullanılmıştır. Ferhat Paşa Çiftliği 20.yy. başlarında merhum İbrahim Turhan tarafından ilçemize kazandırılmıştır. Balkan Harbi yıllarında Selanik’ten Türkiye’ye gelen İbrahim Turhan, Litros’a -bugünkü Esenler- gelir. Bu bölge o yıllarda Rum köyüdür. İbrahim Turhan bu bölgeye Türklerin yerleşmesinde öncülük eder ve geniş bir arazi satın alarak burada bir çiftlik yaptırır. Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Koca Sinan tarafından Bayrampaşa’da yapılan su terazilerinden ve su maslaklarından günümüze pek az iz kalmıştır.

1994 yılından sonra belediyenin planlı çalışmaları sonucu Bayrampaşa, estetik dışı görüntüsünden kurtulmaya başlayarak, modern bir siluet kazanmış ve öz aurası ile İstanbul'un yükselen yıldızı olmuştur. Hızlı bir değişim süreci geçiren Bayrampaşa’da kısa sürede alt ve üst yapı sorunları çözülmüş, eğitim, kültür, sağlık, spor alanında önemli projeler üretilmiş, ekonomik ve sosyal hayatı iyileştiren çok sayıda mekân halkın hizmetine sunulmuştur. 1994’ten günümüze kadar, Bayrampaşa Belediyesi tarafından bilgi evleri, bilgi merkezleri, sağlık birimi, spor tesisleri, kültür salonları, beşi bir yerde hizmet merkezleri kurulmuş ve 70’den fazla park yapılmıştır. Bayrampaşa’da açılan Carrefour, Bauhaus, Forum İstanbul Avm, Ikea, Praktiker ve Aquarium ilçenin ticari hayatını canlandırmış, Bayrampaşa’yı İstanbul’un popüler ilçelerinden biri haline getirmiştir. Ayrıca Vatan ve Yenidoğan mahallelerinin arasında bulunan Demirkapı Caddesi, Bayrampaşa'nın ticaret merkezi sayılabilir. Ulaşım sorunu bulunmayan Bayrampaşa’da, metro ulaşımda büyük kolaylık sağlamakta, metro ile başta havaalanı olmak üzere, İstanbul’un diğer önemli merkezlerine rahatlıkla seyahat edilebilmektedir. İlçemizden, İstanbul’un diğer ilçelerine metronun yansıra, otobüs ve dolmuş seferleri mevcuttur. İlçemiz önemli noktalara yerleştirilen kameralar vasıtasıyla, güvenlik birimlerimiz tarafından 7/24 kesintisiz izlenmekte, böylece güvenliği bozan olayların önüne geçilmektedir.

Mayıs 1994’te Bayrampaşa’da hizmete giren İstanbul Büyük Otogarı, İstanbul’un en büyük ulaşım noktasıdır. Günde yaklaşık 15 bin otobüsün hareket etmesine imkân veren Büyük İstanbul Otogarı’nda 5 binden fazla kişi istihdam edilmektedir. Halen 168 adet acente, 350 otobüs firması, 350 işyeri otogarda faaliyetlerini sürdürmektedir.

Bayrampaşa’da, 1 devlet ve 4 özel olmak üzere toplam 5 hastane bulunmaktadır. Bu hastanelerin toplam yatak kapasitesi 250’dir. Sağlık Grup Başkanlığımıza bağlı 3 Sağlık Ocağı, 2 Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Merkezi, 1 Verem Savaş Dispanseri mevcuttur. Yine ilçemizde 1 adet semt polikliniği ve dispanser hizmet vermektedir. Ayrıca 12 özel poliklinik mevcuttur. Öte yandan Bayrampaşa Belediyesi tarafından açılan, Kadın ve Aile Sağlığı Merkezi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi, Sağlık Hizmetleri Birimi vatandaşlarımıza sağlık hizmeti sunmaktadır.

Bayrampaşa’da yaşayan insanların okuma yazma oranının yüzde 99 olduğu tahmin edilmektedir. İlçemizde 25 ilköğretim okulu bulunmaktadır. Bu ilköğretim okullarında faaliyet gösteren anaokullarına ek olarak, Hacı Halide Canayakın Anaokulu, Tuna Anaokulu ve Bayrampaşa Belediyesi tarafından kurulan Bayram Yuva 1 ve Bayram Yuva 2 çocuklarımıza eğitim vermektedir. Bayrampaşa’da 1 Anadolu Lisesi, 3 tanesi yabancı dil ağırlıklı olmak üzere, 5 Genel Lise, 1 Ticaret Lisesi, 2 Anadolu Teknik Lise, 1 Endüstri Meslek Lisesi, 1 Teknik Lise ve 1 Kız Meslek Lisesi olmak üzere toplam 12 lise bulunmaktadır. Mevcut eğitim kurumlarına ek olarak, Bayrampaşa Belediyesi’nin hayata geçirdiği BAYGEM (Bayrampaşa Gençlik Merkezi), Bilim Merkezleri, Bilgi Evleri gençlerimize ve çocuklarımıza temel ve destekleyici eğitimler vermektedir. İlçemizde, Mesleki Eğitim ve Halk Eğitim Merkezleri’nde çeşitli konularda halkımıza mesleki eğitimler verilmektedir.

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol